Galiçya Cephesinde İki Kahraman: İbrahim Çavuş ve Pire Halil
İbrahim Çavuş (Sandalyede oturan) |
Yurda dönüş öncesi esir düşen askerlerin yürek burkan hikayeleri, savaşın can yakıcı ve yıkıcı etkisini bir kez daha gözler önüne sermiştir. İşte bu hikâyelerin biri de İbrahim Çavuş’un hikâyesidir. 16 Eylül 1916 tarihinde Zlota Lipa kenarında, büyük kahramanlık gösteren 15. Kolordu, askerlerinin yarıdan fazlasını şehit vermiştir. Yaralıların da çoğu esir düşmüştür. Tarihe iz bırakan bu muharebede tutsak düşen binlerce esirden ikisi hikâyemizin kahramanlarından; İbrahim Çavuş ve sırt sırta çarpıştığı yakın köylüsü Halil Onbaşıdır. Bu yazıyı da mutlaka okumalısınız: Ya Osmanlı Olmasaydı? Germiyanoğulları Beyliğinin Entrikalarla Dolu Öyküsü
Galiçya Cephesinde İki Kahraman: İbrahim Çavuş ve Pire Halil
Hatçe ebe, bebeği annesinin kucağına bırakırken; “Maşallah" dedi, "bu güne kadar elime aldığım en heybetli ve gürbüz bebek. Allah’ın izniyle, güçlü kuvvetli yenilmez bir pehlivan olur inşallah” diye konuştu.“Adını İbrahim koyalım” dedi babası. “Allah’a yakın bir adam olsun, Allah için çalışsın hayatı boyunca, vatana millete hayırlı bir evlat olsun.”
Kütahya merkez, Kumarı köyünde 1889 yılında doğan İbrahim, hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Daha çocukluğundan itibaren iri yarı ve güçlü yapısı ile dikkatleri üzerine çekmişti. Çevresinin de teşviki ile çocuk yaşında güreşe heves sardı. Kısa zamanda usta bir güreşçi olmayı başardı. Namı tüm Osmanlı'da duyulur hale gelmişti. Gençlik yılları mutluluk içinde geçip, iyi bir pehlivan olma yolunda ilerledi. Girdiği her yarışmada birinci oluyordu. Daha 17 yaşında sırtı yere zor gelen bir cihan pehlivanı olmuştu.
Osmanlı İmparatorluğu topraklarında doğan bu yiğit, zor yıllarda dünyaya gelmişti. Çöküş sürecine girmiş bir imparatorluk olan Osmanlı, dört bir yandan düşman işgaliyle karşı karşıyaydı. Tüm dünyaya hükmetmiş büyük Osmanlı imparatorluğu için artık tüm dünya, ‘hasta adam’ yakıştırması yapıyordu. Gün geçtikçe artan borçların yanı sıra ardı ardına kaybedilen savaşların başlattığı moral çöküntüsün yanı sıra, bir yandan monarşiyi tasfiye etme çabaları ile aydınlanma çağını yakalama adına sürekli yaşanan iktidar kavgaları olumsuz gidişatı daha da karmaşık hale getiriyordu.
Birinci Dünya Savaşı’na doğru Osmanlı, 12 Mayıs 1914 yılında “Mükellefiyet-i Askeriye Kanun-u Muvakkatı” adıyla geçici bir askere alma kanunu çıkardı. Bu kanunla artık zorunlu askerlik dönemi başladı. Söz konusu bu kanunun ilk maddesine göre, “Osmanlı hanedanının üyeleri dışında kalan tüm tebaa için askerlik hizmeti zorunlu kılınmıştı.”
Bu yasaya göre 18 ile 45 yaşları arasında her erkek askerlik yapmakla mükellefti. Askerlik süresi görev yapılan birliklere göre değişiyordu. Piyade sınıfında süre 2 yıl olarak belirlenmişti. Bu hesaplamalar doğrultusunda Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordusu, 2 milyon 850 bin kişilik bir güçtü.
1. Dünya Savaşı ve Galiçya Cephesi
Başlamak üzere olan Dünya Savaşı ile diğerleri gibi, İbrahim Çavuş da asker oluyor ve Osmanlı’nın genç ve seçkin yiğitlerinin oluşturduğu birliklerden biri olan 20. Tümende askerlik hizmetine başlıyordu.Özellikle aydın tabakanın monarşiyi tasfiye etme çabaları başka bir tehlikeyi ardı sıra getiriyordu. Bu tehlike, Türk olmayan unsurların merkezi hükümetten ayrılma yolunda başlattıkları hareketlerdi. Öncelikli olarak, Makedonya’da başlayan ayrılık hareketleri, Arap coğrafyasına doğru yayılıyordu. Tüm bu zorluklar yanında; moralsiz, yorgun ve gücü tartışılır hale gelmiş olan saltanat sahipleri, "Kocayan Kurt’un" hiç olmazsa yuvasını korumak için canını dişine takmak yerine yeni tavizlerle ayakta kalmaya çalışıyordu. Yeni yasa ile güçlenen Osmanlı Ordusu, Birinci Dünya Savaşı ile birlikte, dokuz cephede birden savaşa girmişti.
Galiçya Cephesi Polonya ile Ukrayna sınırında yer alır. |
Osmanlının Teşkilat-ı Mahsusası’nın, Alman teknolojisini kullanarak, dini şahsiyetleriyle İslam dünyasının dört bir yanına dağıtılan Cihat fetvası bir işe yaramamış, Arap Yarımadası’nda Müslümanlar Osmanlı ordusuna karşı direnişe, hatta ihanete varacak karşı eylemlere başlamıştı.
İbrahim Çavuş, mensubu olduğu 20. Tümen birliği ile Hicaz başta olmak üzere birçok cephede egemen güçlerin organize ettikleri ayaklanmalara karşı savaşır. Başarısızlıkla sonuçlanan ve bastırılamayan ayaklanmalardan sonra geri çekilen 20. Tümen’in yeni cephesi artık Galiçya’dır.
Bedenleri yorgun olan ama ruhlarında kahramanlık olan bu askerler, 1916-1917 senesinde haritadan silinmek üzere olan Polonya için savaşırlar.
1916 yılında 595 subay, 32.017 erden oluşan 15. Kolordu; dillere destan Gelibolu zaferi sonrası tüm dünyanın dikkatini çekmişti. Binlerce kınalı kuzu, coğrafyasını bilmediği topraklara doğru yola çıkarak, savaştı.
Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli cephelerinden biri olan Galiçya’da, Almanlarla, Ruslar arasında çok şiddetli çarpışmalar olmaktaydı. Karışıklıklardan yararlanmak isteyen Rusya, Galiçya’yı alma çabalarındaydı. Avusturya Macaristan topraklarında yer alan Galiçya, şiddetli Rus taarruzlarına karşı tehdit altındaydı. Yoğun Rus saldırıları karşısında tutunamayan Alman-Avusturya ordularına yardıma giden iki Tümenden biri İbrahim Çavuş'un da içinde olduğu 20. Tümen, bir diğeri ise Çanakkale destanını yazan Mustafa Kemal’in 19. Tümeniydi. Almanlar 3 ordu istemişti. Biri Romanya, biri Makedonya diğeri ise Galiçya cephesi içindi.
19. ve 20. Tümenlerin oluşturduğu 15. Kolordu, 30 bin askeriyle 22 Ağustos 1916 tarihinde Almanların direnişlerini sürdürmeye çalıştığı Galiçya bölgesinin Güney Cephesine savaşa girdi. Savaşın ana amacı, Polonya’nın yeniden bağımsızlığını kazanmasıydı. Ukraynalı Ozan Vernyhora’nın ünlü “Polonya Türk atları Vistül nehrinden su içtiğinde kurtulur” sözlerini hayata geçirmek istercesine savaşan Türk askeri Polonya’nın yeniden doğuşunda büyük rol oynamıştır.
Enver Paşa’nın Müttefiklerine verdiği söz doğrultusunda; Almanların Güney ordusu bünyesinde savaşa katılan 15. Kolordu, Galiçya cephesinde Rusların birinci Dünya Savaşı boyunca yaptıkları en büyük iki taarruzu püskürtmede büyük rol oynamıştı.
Hürrem Sultan’ın doğduğu kasaba olan Rohain’de başlayan savaşlarda bölgeyi bir Ruslar, bir Türkler kazanıyor, oldukça çekişmeli bir mücadele veriliyordu. Sonunda Ekim Devrimi oldu ve savaş bitti. Çok sayıda şehit olduğu için bölgenin çeşitli yerlerinde şehitlikler yapıldı.
Çarlık Rusyası yıkılarak Sovyetler Birliği’nin kurulduğu 1917 Ekim devrimi, artık dünya düzeninin değişeceğine bir işaret oldu. Çar II.Nikolay’ın otoriter yönetimi halkın hoşnutsuzluğunun artmasına yol açmıştı. Papaz Gapon önderliğinde Çarlarına şikayetlerini anlatmaya giden yoksul halk adeta katledilmişti. Kanlı Pazar olarak tarihe geçen bu olay, Sovyet Devrimi’nin temelini oluştururken, Çar yönetimden çekildi. Hem iç hem de dış savaşı olan Ruslar da savaşın sona ermesi beklentisindeydi.
Galiçya Cephesi’nde İki Esir
Özellikle 1916 yılının Eylül ayının ilk haftasında Rusların yoğun topçu ateşine kahramanca göğüs geren Türkler burada binlerce şehit verirken, onca askerini de esir vermişti. Buna karşılık taarruz püskürtülmüştü.İkinci kez toparlanan Rus birlikleri; 16 ve 17 Eylül saldırılarında, zehirli gaz kullanmışlardı. Buna karşılık saldırılara 12 saat boyunca direnen 15. Kolordu kendisinden iki kat fazla olan düşmanla göğüs göğüse savaşmıştı. Bu kanlı muharebenin sonucunda 15. Kolordu, nerede ise tüm subaylarını şehit verirken on binlerce askerinin de şehit ya da esir olmasıyla sayısı nerede ise yarıya düşmüştü.
15. Kolorduyu oluşturan, Anadolu’nun bağrından çıkmış yiğitlerinin günümüze dek uzanmış binlerce kahramanlık destanı yazdıkları bir direniştir Galiçya cephesi…
Savaşın en acı deneyimlerinden olan lekeli humma da Galiçya cephesini tehdit etmiştir. Bir yandan hastalığın bulaşıcı etkisi bir yandan yaşamını yitiren askerlerin yollardaki cesetleri bu savaşın yardım edilebilirliğini azaltmıştır. Türk askerinin destan yazdığı birçok kahramanlık hikayesi bulunan bu cephede Rusların çok sayıda top kullandığı ve çok zorlandığı kayıtlara geçmiştir.
30 bin kişilik Galiçya cephesinde 18 bin askerimiz şehit olmuştur. El, kol ve bacaklarını kaybeden gaziler, Osmanlı dışında kimseden yardım görmemiştir.
Yurda dönüş öncesi esir düşen askerlerin yürek burkan hikayeleri, savaşın can yakıcı ve yıkıcı etkisini bir kez daha gözler önüne sermiştir. İşte bu hikâyelerin biri de İbrahim Çavuş’un hikâyesidir. 16 Eylül 1916 tarihinde Zlota Lipa kenarında, büyük kahramanlık gösteren 15. Kolordu; askerlerinin yarıdan fazlasını şehit vermiştir. Yaralıların da çoğu esir düşmüştür. Tarihe iz bırakan bu muharebede tutsak düşen binlerce esirden ikisi hikâyemizin kahramanlarından; İbrahim Çavuş ve sırt sırta çarpıştığı yakın köylüsü Halil Onbaşıdır.
Halil Onbaşı: "Yaralanmışsın İbrahim Çavuş?"
İbrahim Çavuş: "Halil boş ver beni şimdi, git gak Moskof burnumuzun dibinde."
Halil Onbaşı: "Seni burada koyup gitmem, geri çekilmem."
İbrahim Çavuş: "Git Halil yoksa sende esir düşeceksin."
Halil Onbaşı: "Göğüs gerdin bana iki kere canımı kurtardın İbrahim Çavuş. Bırakıp gitmem seni."
Göğsüne dayanan süngü ile ellerini kaldırdı. Rus Komutan, hepsi bir birinden perişan, çoğu yaralı ve halsiz; üstleri başları kir pas içinde kıyafetleri yırtık askerleri bir süre süzdükten sonra tercümana emirlerini çevirmesini söyledi.
“Tüm esirler şunu iyi bilsinler. Gidecekleri kampa kadar ayakta kalmaları gerekiyor. Her ne nedenden olursa olsun, yürüyüş kolunda aksayan ve özellikle yere düşen olursa olduğu yerde süngülenerek bırakılacaktır. Esirler en seri şekilde belirlenen esir kamplarına getirilecektir.”
Bir kolu askıda, alnındaki beyaz sargı kandan kırmızıya dönmüş Yüzbaşı Mehmet Rıza, itirazını Rusça olarak tok bir sesle dile getirdi:
"Kumandan, gördüğünüz gibi; askerlerim bitap, üstelik çoğu yaralı. Bu durumda yola çıkmaları halinde korkarım ki, bahsettiğiniz kampa ulaşan askerim kalmaz."
Rus asker yanıtladı: "Fikrini kendine sakla Yüzbaşı. Bana kalsa, hiç birinizi esir kampına yollamazdım. Bundan emin olabilirsin. Ama verilen emirleri uygulamak zorundayım."
"Söyledikleriniz ve aklınızdan geçenler Petersburg Beyannamesi ve Cenevre Konvansiyonu hükümlerine aykırıdır kumandan. Bunu bildiğinizi sanırım. Esir yasalarına göre hareket etmeniz yönünde sizi uyarırım." dedi Yüzbaşı Mehmet Rıza.
"Boş ver yüzbaşı hakkı hukuku, sen söyle askerlerine, dik yürüsünler." diye cevap verdi Rus komutan.
Bu konuşmalar tamamen çöküntü içinde olan askerler arasında büyük bir hezeyana yol açmıştı. Ne yazık ki yapılacak bir şey de yoktu. Yüzbaşı her şeye karşın moralli gözükmeye çalışıyordu.“Kayda geçen esir sayısı 430 kişi” dedi Rus komutan. Yüzbaşı Mehmet Rıza’ya döndü: "Esirleri üçe bölün. Yaralılarla sağlamları dengeleyin. Sorumluluk size aittir."
Düşen Olursa Taşırsın!
Yüzbaşı Mehmet Rıza, İbrahim Çavuş'un yanına gittiğinde hırsından dudaklarını ısırıyordu. Alnından damlayan ter bıyıklarına vurup yere saçılıyordu. Başındaki kırmızı bandaj ise gür kahverengi saçlarını keçeleştirmişti. İbrahim Çavuş'un gözlerinin tam içine baktı. Bakışları sanki kızıl birer oktu.
"İbrahim Çavuş, yaralıları sağlam arkadaşların arasına serpiştirelim. Dengeli üç guruba ayrılalım. Sen Halil Onbaşı'yı da al ve son gurubun en arkasında kal. Düşen olursa taşırsın. Allah yardımcınız olsun. Hakkınızı helal edin."
"Emredersiniz kumandanım. Siz de hakkınızı helal edin." diye cevap verdi İbrahim Çavuş.
Yüzbaşının İbrahim Çavuş'a güvenerek verdiği emir son derece isabetliydi. Ancak onun bilmediği bir şey vardı. İbrahim Çavuş'un kolunda ve ayağında olan yaralar büyük acı veriyordu. Özellikle ayağı her adımında, vücudunu taşımıyor, adeta sürüklüyordu.
Yürüyüş kolu, ikili sıradan oluşturulmuştu. Yüzbaşının emri ile İbrahim Çavuş en arkada yer almıştı. Yanında ise Hicaz Cephesinden beri beraber sırt sırta savaştığı yakın köylüsü Halil yürüyordu. Halil belki de Tümenin en ufak tefek yapılı askeriydi. Buna karşılık cıva gibi ele avuca sığmaz biriydi. Arkadaşları arasında ona "Pire Halil" diye sesleniliyordu. Bu konu İbrahim Çavuş'un aklına geldiğinde onca acı arasında aniden, yeni bir duygu çöküntüsüne girmişti. Pire Halil diyen arkadaşlarının çoğu artık yoktu. Hepsi şehit olmuştu.
Acılar içerisinde yürüyüşün onuncu arşını tamamlanmadan orta sıralardan bir asker yere yığıldı. Yanına gelen Rus askeri hemen kalkmasını söyledi. İbrahim Çavuş yanına yaklaştı, bitap bir haldeydi. Kaptığı gibi sırtına vurdu. Askere, “Sorun yok, devam edelim” dedi.
“Taşı bakalım pehlivan, nereye kadar.” dedi ve sırıtarak yerine geçti. İbrahim Çavuş askerin Türkçe konuşmasına sevinmişti. "Hiç olmazsa derdimizi anlatacağımız biri var" diye düşünmüştü.
O günleri İbrahim Çavuş şöyle anlatıyor:
Bu durumda ne kadar yol aldığımı tahmin edemiyordum. Tek kelime ile uyuşmuştum. Sadece kurulu bir saat gibi zorlama adımlar atıyordum, "tak tuk tak". Tek hatırladığım, her adımda yaralarımın sızladığıydı. Bunun yanı sıra vücudum gittikçe uyuşur gibi oluyordu. Birden, sırtımdaki askerin kaskatı olduğunu hissettim. Rus askere seslendim. Sırtımdan usulca yere indirdim. Şehit olmuştu. Kaskatıydı. Benim ise bütün hücrelerim karıncalanmaktaydı.
“Devam et. Bırak olduğu yerde kalsın”
Rus askerin bozuk Türkçesi onun bir Kafkas kökenli Türk olduğunun göstergesiydi. Bu durum beni biraz rahatlatmıştı. Yanına sokuldum.
"Bırak gömelim arkadaş."
Süngüsü ile yerde yatan cesedi dürttü. Yürüyüş kolunun başındaki teğmene seslendi. Teğmen yürüyüş koluna dur işareti verdikten sonra yanımıza geldi. Traşlı temiz bir yüzü vardı. Benim yaşlarımdaydı. Yüzüme bakarak, Türkçe konuşan askere bir şeyler söyledi. Asker mırıldanırcasına komutanının söylediklerini tercüme etti.
"Her düşeni gömecekseniz eğer, hiç biriniz gideceğiniz yere ulaşamazsınız."
Çaresizlik içinde yeniden yola koyulduk. Bu kez ben, düşen birini omuzlamak için değil, halsizlikten düşmemek için yürüyüş kolunun en arkasında yürümeye çalışıyordum. Bir yandan kimseler devrilmesin diye Allah’a dua ediyordum. Birden tüm kanımın çekildiğini hissettim. Gözlerimin önünde kelebekler uçuşmaya başlamıştı. “Buraya kadar koca adam” diye mırıldandım. “Allah’ım beni cennetteki kullarından eyle” yaralı sol bacağım bedenimi sola çekiyordu. Birden kalbimin hizasına doğru bir sıcaklık hissettim. Ölüyordum galiba, bir melek sol yanıma dayanmıştı.
Birden onu fark ettim. Pire Halil’di. Yarım kadar boyuna aldırmadan sol kolumu omuzuna atarken, sıcacık gülümsedi.
“Sağ ol arkadaş, iyi ki varsın!” diye iç geçirdim. Konuşmaya mecalim yoktu.
"Diren çavuşum, kurtulacağız. Bak göreceksin, bir şeyler olacak, kurtulacağız bu Moskof gâvurlarının elinden."
“Umudum yok be onbaşı. Sağ salim esir kampına ulaşsak bile sağ komaz bunlar bizi.” Diye yine içimden konuştum. Oysa o beni duymuştu veya aklımı okumuştu. Veya sesli konuşmuştum da sesimi duymamıştım.
"Öyle olsa şimdiye kadar yaparlardı çavuşum. Dik dur hele. Göreceksin köyümüze, Kumarı’mıza döneceğiz."
Karanlık gittikçe yoğunlaşıyordu. Karanlıkla birlikte, artık umutsuzluk da tüm hücrelerime egemendi. On beşli yaşlarım gözlerimin önüne geliyordu. Kütahya güreşlerinde Rum Yorgi’yi yendiğim sahneleri anımsıyordum. Artık gözlerimin önünde karanlık yerine uçsuz bucaksız yemyeşil bir dünya vardı, Halil’i de sağa çekip çangal yemiş gibi yuvarlandım. Kafkas askerin adı Cengiyev’di, anında başımızda bitmişti. Her şey hayaldi sanki. Asker, “Düştü teğmenim süngülüyorum” diye bağırdı. Teğmen Rusça bir şeyler konuşarak yanımıza geldi. Postalının ucu ile karnımı dürttü. Karşılık vermek ayağından tutup bir anda sırtını yere yapıştırmak istiyordum. Mecalim yoktu. “mola veriyoruz” diye haykırdı asker. Bir anda Halil’in, “Söyle komutana sorun yok, gerekirse ben onu taşırım” dediğini duydum. İçin için gülümsedim. Çok hoşuma gitmişti. “Ey Pire, yağmasan da gürle” diye mırıldandım.
Asker Halil’in söylediklerini gülerek Teğmene anlatıyordu. Teğmen son derece ciddi bir duruşla, bir Halil’e bir bana bakıyordu. Bir süre sessiz kaldıktan sonra konuştu:
"Taşıyabilirse taşısın. Taşıdığı yere kadar ikisine de bir şey yapılmayacak. Azim, en sert direnci kırar asker. Kim bilir belki de bu küçük adam bu koca devi taşıyabilir. Mola bitti yola çıkıyoruz."
Kısa süren mola biraz olsun toparlanmama yetmişti ancak, ayağa kalkacak dermanım yoktu. Halil’in elini tuttum: "Buraya kadar arkadaş. Hakkını helal et. Sen yoluna devam et ve bir gün Kumarı'ya dön inşallah. Benden de selam söyle. Şimdi söyle o Moskof dölüne süngülesin beni."
"Dur hele dur koca çavuş. Öyle yağma yok. Anca beraber, kanca beraber. Söz verdik Rus kumandana beraber süngüleneceğiz."
Diğer esir Türk’lerin ve Rus askerlerinin şaşkın bakışları arasında Pire Halil kendisinden iki kat ağır bedenimi kucakladığı gibi sırtına vurdu ve koşar adım konvoyun en önüne doğru yürüdü. Pire Halil o kadar ufak tefekti ki, İbrahim Çavuş'u sırtına aldığında İbrahim Çavuş'un ayakları yere değiyordu. Öne geldiğinde hayli yorulmuştu ki beni yere yığdı. Kendi yanıma oturdu. Kısa sürede konvoy tekrar önümüze geçti. Halil bu kez yere oturup bedenimi sırtladı. Yine hızlı adımlarla yürüyüş kolunun önüne geçti tekrar dinlenmek için bedenimi yere serdi. Kendini de yanıma bıraktı.
"İbrahim Çavuş, yaralıları sağlam arkadaşların arasına serpiştirelim. Dengeli üç guruba ayrılalım. Sen Halil Onbaşı'yı da al ve son gurubun en arkasında kal. Düşen olursa taşırsın. Allah yardımcınız olsun. Hakkınızı helal edin."
"Emredersiniz kumandanım. Siz de hakkınızı helal edin." diye cevap verdi İbrahim Çavuş.
Yüzbaşının İbrahim Çavuş'a güvenerek verdiği emir son derece isabetliydi. Ancak onun bilmediği bir şey vardı. İbrahim Çavuş'un kolunda ve ayağında olan yaralar büyük acı veriyordu. Özellikle ayağı her adımında, vücudunu taşımıyor, adeta sürüklüyordu.
Yürüyüş kolu, ikili sıradan oluşturulmuştu. Yüzbaşının emri ile İbrahim Çavuş en arkada yer almıştı. Yanında ise Hicaz Cephesinden beri beraber sırt sırta savaştığı yakın köylüsü Halil yürüyordu. Halil belki de Tümenin en ufak tefek yapılı askeriydi. Buna karşılık cıva gibi ele avuca sığmaz biriydi. Arkadaşları arasında ona "Pire Halil" diye sesleniliyordu. Bu konu İbrahim Çavuş'un aklına geldiğinde onca acı arasında aniden, yeni bir duygu çöküntüsüne girmişti. Pire Halil diyen arkadaşlarının çoğu artık yoktu. Hepsi şehit olmuştu.
Acılar içerisinde yürüyüşün onuncu arşını tamamlanmadan orta sıralardan bir asker yere yığıldı. Yanına gelen Rus askeri hemen kalkmasını söyledi. İbrahim Çavuş yanına yaklaştı, bitap bir haldeydi. Kaptığı gibi sırtına vurdu. Askere, “Sorun yok, devam edelim” dedi.
“Taşı bakalım pehlivan, nereye kadar.” dedi ve sırıtarak yerine geçti. İbrahim Çavuş askerin Türkçe konuşmasına sevinmişti. "Hiç olmazsa derdimizi anlatacağımız biri var" diye düşünmüştü.
O günleri İbrahim Çavuş şöyle anlatıyor:
Bu durumda ne kadar yol aldığımı tahmin edemiyordum. Tek kelime ile uyuşmuştum. Sadece kurulu bir saat gibi zorlama adımlar atıyordum, "tak tuk tak". Tek hatırladığım, her adımda yaralarımın sızladığıydı. Bunun yanı sıra vücudum gittikçe uyuşur gibi oluyordu. Birden, sırtımdaki askerin kaskatı olduğunu hissettim. Rus askere seslendim. Sırtımdan usulca yere indirdim. Şehit olmuştu. Kaskatıydı. Benim ise bütün hücrelerim karıncalanmaktaydı.
“Devam et. Bırak olduğu yerde kalsın”
Rus askerin bozuk Türkçesi onun bir Kafkas kökenli Türk olduğunun göstergesiydi. Bu durum beni biraz rahatlatmıştı. Yanına sokuldum.
"Bırak gömelim arkadaş."
Süngüsü ile yerde yatan cesedi dürttü. Yürüyüş kolunun başındaki teğmene seslendi. Teğmen yürüyüş koluna dur işareti verdikten sonra yanımıza geldi. Traşlı temiz bir yüzü vardı. Benim yaşlarımdaydı. Yüzüme bakarak, Türkçe konuşan askere bir şeyler söyledi. Asker mırıldanırcasına komutanının söylediklerini tercüme etti.
"Her düşeni gömecekseniz eğer, hiç biriniz gideceğiniz yere ulaşamazsınız."
Çaresizlik içinde yeniden yola koyulduk. Bu kez ben, düşen birini omuzlamak için değil, halsizlikten düşmemek için yürüyüş kolunun en arkasında yürümeye çalışıyordum. Bir yandan kimseler devrilmesin diye Allah’a dua ediyordum. Birden tüm kanımın çekildiğini hissettim. Gözlerimin önünde kelebekler uçuşmaya başlamıştı. “Buraya kadar koca adam” diye mırıldandım. “Allah’ım beni cennetteki kullarından eyle” yaralı sol bacağım bedenimi sola çekiyordu. Birden kalbimin hizasına doğru bir sıcaklık hissettim. Ölüyordum galiba, bir melek sol yanıma dayanmıştı.
Birden onu fark ettim. Pire Halil’di. Yarım kadar boyuna aldırmadan sol kolumu omuzuna atarken, sıcacık gülümsedi.
Pire Halil
"Bana yaslan Çavuş’um, soluna bariyer yaptım!" dedi. Pire Halil’in sevgi dolu ve kendinden son derece emin sesi beni biraz olsun canlandırmıştı.“Sağ ol arkadaş, iyi ki varsın!” diye iç geçirdim. Konuşmaya mecalim yoktu.
"Diren çavuşum, kurtulacağız. Bak göreceksin, bir şeyler olacak, kurtulacağız bu Moskof gâvurlarının elinden."
“Umudum yok be onbaşı. Sağ salim esir kampına ulaşsak bile sağ komaz bunlar bizi.” Diye yine içimden konuştum. Oysa o beni duymuştu veya aklımı okumuştu. Veya sesli konuşmuştum da sesimi duymamıştım.
"Öyle olsa şimdiye kadar yaparlardı çavuşum. Dik dur hele. Göreceksin köyümüze, Kumarı’mıza döneceğiz."
Karanlık gittikçe yoğunlaşıyordu. Karanlıkla birlikte, artık umutsuzluk da tüm hücrelerime egemendi. On beşli yaşlarım gözlerimin önüne geliyordu. Kütahya güreşlerinde Rum Yorgi’yi yendiğim sahneleri anımsıyordum. Artık gözlerimin önünde karanlık yerine uçsuz bucaksız yemyeşil bir dünya vardı, Halil’i de sağa çekip çangal yemiş gibi yuvarlandım. Kafkas askerin adı Cengiyev’di, anında başımızda bitmişti. Her şey hayaldi sanki. Asker, “Düştü teğmenim süngülüyorum” diye bağırdı. Teğmen Rusça bir şeyler konuşarak yanımıza geldi. Postalının ucu ile karnımı dürttü. Karşılık vermek ayağından tutup bir anda sırtını yere yapıştırmak istiyordum. Mecalim yoktu. “mola veriyoruz” diye haykırdı asker. Bir anda Halil’in, “Söyle komutana sorun yok, gerekirse ben onu taşırım” dediğini duydum. İçin için gülümsedim. Çok hoşuma gitmişti. “Ey Pire, yağmasan da gürle” diye mırıldandım.
Asker Halil’in söylediklerini gülerek Teğmene anlatıyordu. Teğmen son derece ciddi bir duruşla, bir Halil’e bir bana bakıyordu. Bir süre sessiz kaldıktan sonra konuştu:
"Taşıyabilirse taşısın. Taşıdığı yere kadar ikisine de bir şey yapılmayacak. Azim, en sert direnci kırar asker. Kim bilir belki de bu küçük adam bu koca devi taşıyabilir. Mola bitti yola çıkıyoruz."
Kısa süren mola biraz olsun toparlanmama yetmişti ancak, ayağa kalkacak dermanım yoktu. Halil’in elini tuttum: "Buraya kadar arkadaş. Hakkını helal et. Sen yoluna devam et ve bir gün Kumarı'ya dön inşallah. Benden de selam söyle. Şimdi söyle o Moskof dölüne süngülesin beni."
"Dur hele dur koca çavuş. Öyle yağma yok. Anca beraber, kanca beraber. Söz verdik Rus kumandana beraber süngüleneceğiz."
Diğer esir Türk’lerin ve Rus askerlerinin şaşkın bakışları arasında Pire Halil kendisinden iki kat ağır bedenimi kucakladığı gibi sırtına vurdu ve koşar adım konvoyun en önüne doğru yürüdü. Pire Halil o kadar ufak tefekti ki, İbrahim Çavuş'u sırtına aldığında İbrahim Çavuş'un ayakları yere değiyordu. Öne geldiğinde hayli yorulmuştu ki beni yere yığdı. Kendi yanıma oturdu. Kısa sürede konvoy tekrar önümüze geçti. Halil bu kez yere oturup bedenimi sırtladı. Yine hızlı adımlarla yürüyüş kolunun önüne geçti tekrar dinlenmek için bedenimi yere serdi. Kendini de yanıma bıraktı.
Bir kez daha düşerlerse süngüleyin!
Öte yandan verdiği komuttan sonra Teğmen, sürekli olarak İbrahim Çavuş ve Halil arasındaki diyaloğu izlemekteydi. Bir küçücük adamın yaptığı bu olağan dışı, insanlık üstü eylem kendisini hayli etkilemişti. “küçük Herkül” diye mırıldandı. Durdu. “Mola” diye haykırdı.
Gözü pek bir aristokrat olan Teğmen Rodianko, yaklaşan Bolşevik devriminin ateşli savunucularından biri idi. O da birçok yoldaşı gibi değişimin kapıda olduğuna inananlardandı. İnancı gereği zaten, doğal olarak, gözünde tüm insanlar kardeşti ve eşitti. Elinden gelse, esirleri serbest bırakırdı. Üstelik aldığı hukuk eğitimi onu bu yönde zorluyordu.
Bir şeyler yapmalıyım diye düşündü. ‘Bu insanlar böylesine basit bir ölümü hak etmeyecek kadar güçlüler’ diye iç geçirdi. Düşüncesi şekilleniyordu. Bir şeyler oluyordu. Hissediyordu. Fikri sabitleşiyordu. Öncelikli olarak zaten yavaş yürüttüğü konvoya sık molalar vermeliydi. Bu durumda esir zayiatını en azda tutacağını ve bu iki ayrıcalıklı adamı da kurtaracağını düşünüyordu.
Konvoy yeniden yola koyuldu. Halil konvoyun en önüne getirip yere bıraktığı İbrahim Çavuş’u, dinlenip; yeniden en arkada kaldığında sırtlayıp en öne getirip duruyordu. Onun bu anlatılmaz azim ve gücü diğer esirleri olumlu yönde motive ediyordu.
Esir sevkiyatının altıncı gününde tüm konvoy bitap haldeydi. Rus askerler arasında bile sızlanmalar başlamıştı. Halil gücünün son kırıntılarını döküyor, zaman zaman İbrahim çavuşu adeta sürükleyerek çekerek taşımaya çalışıyordu. Teğmen kendi askerlerinin yorgunluğunu bahane ederek zamansız bir mola verdi. Halil’in yanına gitti.
"Azmini ve arkadaş sevgini takdir ediyorum asker. Ancak, görüyorum ki bittin. Bırak onu zaten nerede ise yarı ölü. Sen kendi canını düşün."
Cengiyev Teğmenin sözlerini aktarır aktarmaz Halil ağlayarak haykırdı:
"Ben bitmedim kumandan. Bitince ikimizi de bırakırım siz merak etmeyin. Ona söz verdim. Biz beraber köyümüze döneceğiz, ya da beraber süngüleneceğiz."
Bu nasıl bir inançtır” diye mırıldandı teğmen. Bir süre iki yiğidi hayran gözlerle izledikten sonra konuştu.
"Bir daha düşerlerse süngüleyin!"
İki yiğidin gözleri dolu doluydu. İbrahim çavuş tüm gücünü toplayarak yavaş yavaş konuştu:
"Yalvarıyorum pire. Kendini de beni de bitirdin. Hiç olmazsa kendine acı sen git, bırak beni. Artık dayanamıyorum sana verdiğim eziyet öldürüyor beni, bırak beni, Allah aşkına! Ey Kafkas asker, hadi bir iyilik yap; süngüle beni lütfen, kurtar şu güzel arkadaşımı, bitir bu işkenceyi.
"Sus İbrahim Çavuş. Ben bitti demeden sakın bitme. Bitersek ikimiz beraber biteceğiz. Bunun kararını ben vereceğim. Şimdi sus. Yalvarırım Allah’ım, güç ver bana bu Moskoflara mahcup etme bizi.”
"Kumandan Rodianko, savaş bitti eve dönüyoruz."
Ulağın getirdiği kâğıdı büyük bir iştahla alan Teğmen, duaları kabul olmuş bir eren sevincini hiç gizleme gereği duymadı, doğrudan yanımıza gelmişti. Pes etmiş bir pehlivan gibi, yerde sırt üstü yatıyordum, göz göze geldik. “Her halde bizi katledecekler” diye düşünüyordum. Rus teğmen ani bir hareketle topuk çarpıp karşımızda selama durmuştu. Bu ana kadar bir cellat edasında olan Cengiyev bu kez sevgiyle gülümseyerek tercüme etti.
"Komutan tüm kahraman Türkleri nezdinizde selamlıyor. Hepiniz serbestsiniz. Rusya için savaş bitti."
O günleri İbrahim Çavuş şöyle anlatıyor:
Yola çıktığımızda 430 olan sayımız nerede ise yarıya düşmüştü. Buna karşılık içimizde buruk da olsa özgürlükle gelen bir sevinç hâkimdi. Kurtarıcım Halil haklı olarak son derece gururluydu, olması da gerekiyordu. Oysa onda yaptığı bu insanüstü iyiliğin gereği olarak yüzüme yansıttığı hiçbir emare yoktu. Aksine son derece mütevazı bir sesle konuşarak güçsüz bedenimi canlandırdı.
"Haydi, çavuşum köyümüzün yolunu göster bakalım."
Yangın yerine dönmüş ülkemin bir başından bir başına bin bir zorlukla cebelleşerek sonunda Kütahya'mıza ulaşmıştık. Pire Halil’in o bitmek bilmeyen inancı sayesinde köyümüze dönmüştük. Bundan sonra, yaşamım boyunca minnet duyacağım ‘Pire’ adını koyduğumuz bu dev arkadaşıma iyiliğinin karşılığını nasıl ödeyeceğim diye düşüneceğim kesindi.
Asker olmadan bizim durumumuz çok iyiydi. Bunun yanı sıra çok iyi bir pehlivandım ve çok ödüller kazanmıştım. Halil ise yakın köyde zar zor geçinen bir aileden gelmekteydi. Artık varımı yoğumu seferber edecektim, bu yüreği dağ gibi arkadaşıma ömür boyunca yapabileceğim her şeyi yapacaktım. Yüreğinin büyüklüğünün yanı sıra alçakgönüllülüğü bir dantel kadar ince olan dostumla ölene dek tek kese iki aile olarak destek olmayı kendime görev ahdederek yaşadım.
Gözü pek bir aristokrat olan Teğmen Rodianko, yaklaşan Bolşevik devriminin ateşli savunucularından biri idi. O da birçok yoldaşı gibi değişimin kapıda olduğuna inananlardandı. İnancı gereği zaten, doğal olarak, gözünde tüm insanlar kardeşti ve eşitti. Elinden gelse, esirleri serbest bırakırdı. Üstelik aldığı hukuk eğitimi onu bu yönde zorluyordu.
Bir şeyler yapmalıyım diye düşündü. ‘Bu insanlar böylesine basit bir ölümü hak etmeyecek kadar güçlüler’ diye iç geçirdi. Düşüncesi şekilleniyordu. Bir şeyler oluyordu. Hissediyordu. Fikri sabitleşiyordu. Öncelikli olarak zaten yavaş yürüttüğü konvoya sık molalar vermeliydi. Bu durumda esir zayiatını en azda tutacağını ve bu iki ayrıcalıklı adamı da kurtaracağını düşünüyordu.
Konvoy yeniden yola koyuldu. Halil konvoyun en önüne getirip yere bıraktığı İbrahim Çavuş’u, dinlenip; yeniden en arkada kaldığında sırtlayıp en öne getirip duruyordu. Onun bu anlatılmaz azim ve gücü diğer esirleri olumlu yönde motive ediyordu.
Esir sevkiyatının altıncı gününde tüm konvoy bitap haldeydi. Rus askerler arasında bile sızlanmalar başlamıştı. Halil gücünün son kırıntılarını döküyor, zaman zaman İbrahim çavuşu adeta sürükleyerek çekerek taşımaya çalışıyordu. Teğmen kendi askerlerinin yorgunluğunu bahane ederek zamansız bir mola verdi. Halil’in yanına gitti.
"Azmini ve arkadaş sevgini takdir ediyorum asker. Ancak, görüyorum ki bittin. Bırak onu zaten nerede ise yarı ölü. Sen kendi canını düşün."
Cengiyev Teğmenin sözlerini aktarır aktarmaz Halil ağlayarak haykırdı:
"Ben bitmedim kumandan. Bitince ikimizi de bırakırım siz merak etmeyin. Ona söz verdim. Biz beraber köyümüze döneceğiz, ya da beraber süngüleneceğiz."
Bu nasıl bir inançtır” diye mırıldandı teğmen. Bir süre iki yiğidi hayran gözlerle izledikten sonra konuştu.
"Bir daha düşerlerse süngüleyin!"
İki yiğidin gözleri dolu doluydu. İbrahim çavuş tüm gücünü toplayarak yavaş yavaş konuştu:
"Yalvarıyorum pire. Kendini de beni de bitirdin. Hiç olmazsa kendine acı sen git, bırak beni. Artık dayanamıyorum sana verdiğim eziyet öldürüyor beni, bırak beni, Allah aşkına! Ey Kafkas asker, hadi bir iyilik yap; süngüle beni lütfen, kurtar şu güzel arkadaşımı, bitir bu işkenceyi.
"Sus İbrahim Çavuş. Ben bitti demeden sakın bitme. Bitersek ikimiz beraber biteceğiz. Bunun kararını ben vereceğim. Şimdi sus. Yalvarırım Allah’ım, güç ver bana bu Moskoflara mahcup etme bizi.”
Ve Savaş Bitti
Halil’in bu yakarışı sanki bir anda karşılık buluyordu. Teğmen’e yaklaşan bir Rus habercinin sesi gecenin karanlığını delerek tüm konvoyda yankılanıyordu:"Kumandan Rodianko, savaş bitti eve dönüyoruz."
Ulağın getirdiği kâğıdı büyük bir iştahla alan Teğmen, duaları kabul olmuş bir eren sevincini hiç gizleme gereği duymadı, doğrudan yanımıza gelmişti. Pes etmiş bir pehlivan gibi, yerde sırt üstü yatıyordum, göz göze geldik. “Her halde bizi katledecekler” diye düşünüyordum. Rus teğmen ani bir hareketle topuk çarpıp karşımızda selama durmuştu. Bu ana kadar bir cellat edasında olan Cengiyev bu kez sevgiyle gülümseyerek tercüme etti.
"Komutan tüm kahraman Türkleri nezdinizde selamlıyor. Hepiniz serbestsiniz. Rusya için savaş bitti."
O günleri İbrahim Çavuş şöyle anlatıyor:
Yola çıktığımızda 430 olan sayımız nerede ise yarıya düşmüştü. Buna karşılık içimizde buruk da olsa özgürlükle gelen bir sevinç hâkimdi. Kurtarıcım Halil haklı olarak son derece gururluydu, olması da gerekiyordu. Oysa onda yaptığı bu insanüstü iyiliğin gereği olarak yüzüme yansıttığı hiçbir emare yoktu. Aksine son derece mütevazı bir sesle konuşarak güçsüz bedenimi canlandırdı.
"Haydi, çavuşum köyümüzün yolunu göster bakalım."
Yangın yerine dönmüş ülkemin bir başından bir başına bin bir zorlukla cebelleşerek sonunda Kütahya'mıza ulaşmıştık. Pire Halil’in o bitmek bilmeyen inancı sayesinde köyümüze dönmüştük. Bundan sonra, yaşamım boyunca minnet duyacağım ‘Pire’ adını koyduğumuz bu dev arkadaşıma iyiliğinin karşılığını nasıl ödeyeceğim diye düşüneceğim kesindi.
Asker olmadan bizim durumumuz çok iyiydi. Bunun yanı sıra çok iyi bir pehlivandım ve çok ödüller kazanmıştım. Halil ise yakın köyde zar zor geçinen bir aileden gelmekteydi. Artık varımı yoğumu seferber edecektim, bu yüreği dağ gibi arkadaşıma ömür boyunca yapabileceğim her şeyi yapacaktım. Yüreğinin büyüklüğünün yanı sıra alçakgönüllülüğü bir dantel kadar ince olan dostumla ölene dek tek kese iki aile olarak destek olmayı kendime görev ahdederek yaşadım.
En alt sırada, soldan ikinci sırada, fotoğrafın sarardığı yerdeki kişi İbrahim Çavuş'tur. |
Hikayemizin kahramanı İbrahim Çavuş, daha sonra Yılmaz soyadını alarak, köyünde yaşamaya devam ediyor. Son nefesine kadar elini pire Halil’den eksik etmiyor. Yıllarca Kumarı’da kalan bu kahraman, 1945 yılında kendi vatanında huzur içinde Hakk'a yürüyor.
Ya Osmanlı Olmasaydı? Germiyanoğulları Beyliğinin Entrikalarla Dolu Öyküsü
Ya Osmanlı Olmasaydı? Germiyanoğulları Beyliğinin Entrikalarla Dolu Öyküsü
Görüşmeye katılın